Bazı insanlar kitap okur; bazılarıysa kitaplarla yaşar. Arjantinli yazar, çevirmen ve kitap tarihçisi Alberto Manguel, ikinci gruba ait, hatta onun belki de en tanıdık simasıdır. Kitaplara yalnızca birer bilgi taşıyıcısı değil, yaşayan varlıklar gibi yaklaşan Manguel, edebiyatın insanlık tarihindeki yerini yeniden yorumlayan nadir seslerden biri olarak öne çıkar. 1948'de Buenos Aires'te doğan Manguel, genç yaşta edebiyatla tanıştı. Ancak onun hayatını belirleyecek olan karşılaşma, 16 yaşındayken görme engelli Jorge Luis Borges'e yüksek sesle kitap okumasıyla başlar. Bu deneyim, Manguel'in hayatında yalnızca bir edebi usta-çırak ilişkisi yaratmaz; aynı zamanda okumanın felsefi, duygusal ve tarihsel katmanlarına dair sonsuz bir merak da başlatır. Manguel, yıllar sonra bu deneyimi şu sözlerle özetleyecektir:
"Borges bana okumayı değil, kitapla birlikte yaşamayı öğretti."
Alberto Manguel'in kuşkusuz en bilinen eseri, Okumanın Tarihi (A History of Reading, 1996). Bu kitap, Mezopotamya tabletlerinden dijital ekranlara kadar uzanan bir serüveni anlatırken, bireyin kitapla kurduğu ilişkinin zaman içindeki dönüşümünü de inceler. Okuma biçimlerinin sosyal sınıflar, cinsiyet ve iktidar yapılarıyla nasıl iç içe geçtiğini gösterir. Okumanın bir eylem değil, bir deneyim olduğunu savunan Manguel, okuyucuyu pasif bir alıcı değil, metnin gerçek yaratıcılarından biri olarak görür. Bu yaklaşımı, Roland Barthes'ın "yazarın ölümü" kavramıyla da paralellik taşır; metnin anlamı, onu kimin nasıl okuduğuyla yeniden yazılır.

Manguel yalnızca yazmakla yetinmemiş, kitapları yaşam alanına dönüştürmüştür. Fransa'daki taşra evinin bir bölümünü dev bir kütüphaneye çevirerek 35 bin kitabı barındıran bir özel koleksiyon oluşturmuştur. Bu kütüphane, okumanın fiziksel bir coğrafya olarak da var olabileceğinin sembolüdür. Ancak bu kitapları taşımak, korumak ve yerleştirmek Manguel için yalnızca lojistik değil, aynı zamanda duygusal bir süreçtir. 2018'de sağlık nedenleriyle Arjantin'e dönmek zorunda kaldığında, kütüphanesini bırakmak zorunda kalması hakkında şunları yazar: "Kitaplarımı ardımda bırakmak, belleğimin parçalarını geride bırakmak gibiydi."
Kitapların ayıklanma, kolilere doldurulma ve nakil süreci, çoğunu belki de bir daha görememe ihtimali, gitgide boşalan raflar onu hüzne iter. Nitekim Manguel kütüphanesinin taşınma sürecini de Kütüphanemi Toplarken: Bir Ağıt ve On Sapma (Packing My Library: An Elegy and Ten Digressions) ismiyle bir kitaba dönüştürür. Bu kitap, onun binlerce kitaplık özel kütüphanesini Fransa'daki evinden taşıma zorunluluğuyla başlıyor. Manguel, kitapları kolilere yerleştirirken yalnızca fiziksel bir ayrılıktan değil, bir belleğin dağılmasından, kimliğin sarsılmasından da söz ediyor. Bir anlamda onun kendi entelektüel geçmişiyle, hayatıyla, yerle olan ilişkisiyle vedalaşması olan kitap, sadece bir taşınma günlüğü değil; okuma tutkusu, entelektüel hafıza ve kimlik üzerine yazılmış hüzünlü, içten ve incelikli bir denemedir. Okurlara yalnızca Manguel'in yaşamını değil, kendi kitaplarla kurdukları ilişkiyi de yeniden düşünme fırsatı sunar.
İşte bu taşınma sürecine İstanbul'un göz bebeği İstanbul Modern'de yakından bakabilirsiniz. Çünkü bu ödüllü müze, Manguel'in kütüphanesini taşıma sürecini belgesel haline getiren bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Sanatçı Ali Kazma'nın Aklın Manzaraları isimli sergisinde öne çıkan Alberto Lizbon'da isimli video eser, Türkiye'de ilk kez izleyiciyle buluşuyor.
Yürüyen kütüphane olarak anılan sanatçının 2012'deki taşınma süreci için belgesel çekmeye karar veren Kazma 3 yıl sonunda ortaya bu eseri çıkarmış. Video, bir taşınma sürecini belgelemekle kalmıyor; aynı zamanda düşüncenin, biriktirmenin, hatırlamanın ve yer değiştirmenin karmaşık dokusunu görünür kılıyor.

TAŞINMA SÜRECİ BELGESEL OLDU
Küratörlüğünü Öykü Özsoy Sağnak ve Demet Yıldız Dinçer'in üstlendiği sergide sanatçının seçkin işleriyle beraber sunulan belgesel, sanatseverleri koliler arasındaki labirentte gezdiriyor. Her kutu, yalnızca bir kitabı değil, bir anıyı, bir seçimi, bir zihinsel kıvrımı temsil ediyor. Kamera, kitapların sırtlarına, rafların boşalmasına, tozun hareketine sabırla eşlik ederken; izleyici farkında olmadan, yalnızca bir kütüphanenin değil, bir hayatın taşındığına tanıklık ediyor ve Manguel'i yakından tanıma imkânı buluyor. Manguel o videoda, kütüphanesinin özelliklerinden ve kendisi için en kıymetli kitaplardan bahsederken, süreçle ilgili bilgi veriyor. Alberto Lizbon'da, serginin tamamında hissedilen ortak ruhu özetliyor aslında, düşünsel emeğe saygı. Bu video, kitaplara ve onları biriktirenlere dair bir saygı duruşu olduğu kadar, evsiz kalan fikirlerin, yeniden yuva kuran belleğin hikâyesi. Kazma'nın yapıtı izlenirken insan kendine şu soruyu sormadan edemiyor: "Biz de taşınmak zorunda kalsaydık, hangi kitapları yanımıza alırdık?"
İSTANBUL'DA YOĞUN İLGİ GÖRDÜ
Sergi için geldiği İstanbul'da hayranlarıyla buluşup imza dağıtan Alberto Manguel'in İstanbul'a olan ilgisi yalnızca edebiyatla sınırlı değil. Ahmet Hamdi Tanpınar'a duyduğu hayranlığı daha önce yayımlanan Tanpınar'ın İzinde: Beş Şehir kitabında açıkça ortaya koyan yazar, büyükbabasıyla birlikte kaldığı Pera Palas anılarını İstanbul'un çok katmanlı hafızasıyla birleştiriyor. Manguel'e göre İstanbul, geçmiş ile bugünün aynı sokaklarda yürüdüğü, zamanın katman katman biriktiği bir şehir. Bu kişisel bağ, Manguel'in İstanbul'daki etkinliğini edebi ve duygusal anlamda daha da zenginleştiriyor.