Yalnızlık ve kasvet, nam-ı diğer Melankolim. Bir girdi mi hayatıma uzunca bir sure gitmez, adeta bir gölge gibi çöker üzerime. Her yanımı sarar, beni münzevi olmaya zorlar. Tek başıma kalırım, köşe bucak kaçarım herkesten, bulaşıcıdır çünkü bu meret.
Shakspeare'in Hamlet'inden, Goethe'nin Werther'inden beslenir. Her seferinde okumaz olaydım, bilmez olsaydım diyorum. Yine olmuyor, yine olmuyor. Kederi, kasveti ve acıyı lügatime sokan bu kitaplardır. Okumadıysanız okumayın derim. İliğinize kadar işler başladınız mı bırakamazsınız, bunlar öyle kitaplardır ki, bittikleri zaman dünyanın artik size aynı görünmeyeceğinin garantisini verebilirim.
Her zehir gibi Melankolimin de bir panzehiri var, adı "Komedya". Olur olmaz gülmek unutturur her şeyi. O kadar kaptırırım ki bazen, neye güldüğümü unutup kendime gülmeye devam ederim, güldükçe bana deli diyecekler deyip daha da gülerim ta ki karın kaslarım iflas edip diyaframım beni yarı yolda bırakana kadar. Orhan Veli de bu hastalığa tutulmuş olmalı. En derin Melankolilerden çıkarır komedi. Saunadan sonra soğuk duş almak gibidir. Vücudunuz rahatlar, yeniden doğmuş hissi verir. Formu önemli değil komedinin, bir film de olur kitap da, tiyatroda da gülerim operada da.
İlk okuduğum tiyatro oyunu Moliere'in Cimri'siydi (Moliere, L'Avare ou L'École du mensonge, 1668). Kitabı okurken kendimi alamadığım ve kahkahalara büründüğümü unutamam. İnsanların garip bakışlarına aldırmadan gülmüştüm. Bir kaç sefer bu ümitle oyunu tiyatroda setretme fırsatı buldum ancak hiçbirisi bana o tadı (henüz!) veremedi.
Harpagon'dan beridir (Cimri adli oyununda baş karakter) cimri insanları çok severim. Çoğu insanin tersine beni hiç de rahatsız etmezler. Kendimi tiyatro sahnesinde hissederim onların yanında, içten içe gülerim. Varı yok etmeleri hoşuma gider. Bir güzel cimri hikâyesi de Kemal Sunal'ın "Varyemez" adlı filmidir (Orhan Aksoy,1991). Aynen diğerleri gibi bu hikâye de beni gülme krizine sokar. Diğer Kemal Sunal filmlerinden farklı olarak insani düşündüren bir teması vardır.
Geçtiğimiz hafta Donizetti'nin başyapıtı, "Don Pasquale" operasını izleme fırsatı buldum. Operayı tragedyalardan ibaret sananlara çok güzel bir komedya örneği. Salondakilerle beraber hem kahkahalarla güldük hem tarifi mümkün olmayan bir müzik ziyafeti çektik. Gülmeye pek alışkın olmayan mutena Opera seyircisi kahkahayla tanıştı. Espriler ince ve yalındı. Hiçbir şey abartıya, sululuğa kaçmadı. Son zamanlarda maalesef sululuğu komedi zanneder olduk. Zevzeklik yapan insanlar beni güldürmekten çok rahatsız etmiştir.
Çok şanslı olduğumuzu söyleyebilirim. James Levine'in yönettiği bir orkestrayı dinlemek her zaman nasip olmuyor. Levine'in her hareketi notalara dönüştü, orkestrayla uyumu görülmeye değerdi. Bu müthiş performans birde "Bel Canto" ile birleşince nutkumuz tutuldu diyebilirim. "Don Pasquale" operası cimri ve yaşlı Don Pasquale'nin başından gecen komik bir evlilik olayını konu alır.
Şüphesiz geceye güzeller güzeli Norina'yı canlandıran Anna Netrebko damgasını vurdu. Netrebko'nun kristal sesi adeta beni hipnotize etti. Artık Odysseus da kayalara çarparak can veren denizcileri çok daha iyi anlıyorum. Onlar da Siren'in büyülü sesinin etkisi altında kalıp kayalara çarparak can vermişlerdi. Netrebko bu çağlardan günümüze gelmiş olmalı. O dakikada bir gemide seyir halinde olmadığıma çok sevindim.
Sıkıntılı gittiğim Operadan büyük keyif alarak çıktım. Yüzümdeki tebessüm tüm hafta kaybolmadı. Bir kez daha melankolime karşı galip geldim. Bir cimri beni yine melankolimin elinden kurtardı! Maalesef MetOpera'da "Don Pasquale" bu sezon son performansını geçtiğimiz hafta sergiledi, bu sebeple gitmenizi öneremiyorum ancak çok daha ilgi çekici Operaların sahne alacağını müjdeleyebilirim. Örneğin yine Donizetti'nin Lucia di Lammermoor adlı operası ilgi çekici. Ancak yaşayan en büyük tenorlardan biri olarak kabul ettiğim Plácido Domingo, Iphigénie en Tauride operasında sahnede alacak. Kaçırılmayacak bir performans sergileyeceğinden şüphem yok. Hepinize kahkahalarla dolu bir hafta dilerim.