İlk yarı biterken tribündeki küçük LCD ekranda şeref tribünü gösteriliyordu. Başkan Aziz Yıldırım yerinde yoktu.
İkinci yarının başlamasına dakikalar kala, maraton üst tribünden maçın ilk güçlü tezahüratı geldi. Diğer üç tribünü bir anda saran bu sıcak destek, seyredenleri ilk 45'in kuru gürültüsünden tekrar taraftarlığa döndürdü. Saracoğlu'nda Fenerbahçe adına olan her birim bir anda asli görevini hatırlıyordu. Elbette futbolcular da... Fenerbahçe'yi sahasından çıkartmayan, "ne yaptığını bilemezler" grubu haline getiren Eskişehirspor, bir anda oyunu savunmak için değil, 'kazanmak' için oynayanları karşısında gördü.
14 dakikalık bu motivasyon ilk kalabalık hücumda istenen golü getirdi.
Ve kadrodaki kalite eksikliği, Fenerbahçe'yi tekrar skoru koruyan, 'sıradan' görüntüsüne geri getirdi. Bundan sonra, topu kalesinden uzak tutmaya çalışıp, rakibin sarsaklığından faydalanmaya çalışan bir takım vardı.
Maçı Fenerbahçe'ye getiren Aragones'in ilk yarıdaki kontrollü, ayağa bol paslı dengeli oyun felsefesini yerine, oyunu daha hızlı oynamayı tercih eden öne pas anlayışıydı.
Alex ve Emre Belözoğlu gibi iki pas virtüözünün olmadığı bir orta sahada, akınları doğru ve dengeli geliştirmek çok mümkün gözükmüyordu. Bu yüzden bazı "yüksek kontratlı"ların farklarını göstermeleri gerekiyordu.
Carlos'un aksiyonun içine kendini atması, Semih'in Alex'in rolüne soyunmasıyla Fenerbahçe sahasında "deplasman takımı" olmaktan 14 dakikalılığına da olsa kurtuluyordu.
KÖTÜ OYNARKEN...
Sonrasında Eskişehirspor başına geleni ancak fark etti.
Hangi Fenerbahçe'ye karşı oynadığını anlayana kadar skor tabelası almış başını gitmişti. Kötü oynarken kazanmak, Galatasaray derbisi öncesinde bu morali bulmak Fenerbahçe için önemliydi.
Sadece üç puan ile umutlarını diriltmediler, Ali Sami Yen'e ellerinde ligin kaderiyle gidecekler.