Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERHAN AFYONCU

İlk ekmek fabrikamızın bürokrasiyle geçen macerası

İstanbullular’ın kaliteli ve ucuz ekmek ihtiyacını karşılamak için 1899’da ekmek fabrikası kurma teşebbüsünde bulunuldu. Ancak tam 13 yıla yakın zaman bürokratik yazışma ve devir-teslim meseleleriyle geçmişti

Osmanlı döneminde İstanbul'da ekmek ihtiyacı hep önemli olmuştur. Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.
20. yüzyıla gelindiğinde ise kaliteli ve ucuz ekmek üretebilmek için ekmek fabrikalarının kurulma işi gündeme geldi. Ekmek fabrikası kurma hikâyemizi genç ve başarılı tarihçilerimizden Uğur Demir'in bir araştırmasına göre ilk ekmek fabrikamızı kurma maceramız şu şekilde olmuştur.

YILLAR SÜREN FABRİKA TEŞEBBÜSÜ

İstanbul'da 1899'da Avrupa standartlarında gazla çalışan ekmek fabrikaları açılması kararlaştırıldı ve işletme imtiyazı Dahiliye Mektubî Kalemi memurlarından Muhiddin Bey'e verildi. Ahırkapı, Haliç, Haydarpaşa ve İstanbul'da bir yerde daha olmak üzere gazla çalışacak ekmek fabrikaları açılacaktı. Bu fabrikalar sayesinde 60-72 bin tonluk lezzetli ekmek üretimi yapılabilecekti.
Muhyiddin Bey, yaklaşık bir sene Avrupa devletlerinden bilgi almak için mektuplar yazmış ve ancak bu mektuplara istenilen cevaplar gelmemiştir.
Muhiddin Bey, bunun üzerine İstanbul'da fabrika açılmadan önce Avrupa'daki örneklerini görmek için yurtdışına gitmeye çalışmış, ancak muvaffak olamamıştır.

Muhiddin Bey, ekonomik olarak zor duruma düşünce 1900'de fabrika açma ruhsatnamesini Mario Friger'e devretti. Ancak dört sene ruhsatnamenin devri için yazışmalarla geçti. Anlaşma bozulunca 1904'te ruhsatname Maliye Meclisi üyelerinden Mahdum Efendizâde Mazlum Bey'e satıldı. Üç sene sonra Mazlum Bey Haydarpaşa ekmek fabrikası açma ruhsatnamesini Haydarpaşa Rıhtım Kumpanyası'na sattı. 1908'de ise İstanbul yakasında açılacak ekmek fabrikası ruhsatnamesini Avusturya sarayı ekmekçibaşı Mösyö Joseph Brünning'e devretti. Devirler, tartışmalar sürüyor ancak fabrika kurulması konusunda somut bir adım atılamıyordu. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi ruhsatname sahiplerine bir sene içinde fabrikalarını işler hâle getirmezlerse haklarının hükümsüz kalacağına dair tebligat gönderdi.
Brünning, hemen faaliyete geçip, fabrika için gerekli makineleri Avrupa'dan sipariş etti.
Haydarpaşa Rıhtım Kumpanyası ise fabrikayı kurmak yerine tekrar ruhsatnameyi eski sahibi Mazlum Bey'e devretmeye çalıştı. Bu sırada ortaya çıkan Muhiddin Bey, haklarını alamadığını ileri sürdü. Ekonomik durumunun düzeldiğini ileri sürerek fabrikayı kurmaya talip oldu. Ancak 1912'ye kadar yapılan yazışmalara rağmen Haydarpaşa'daki fabrika bir türlü kurulamadı. Verilen ruhsatname iptal edildi.
Bu sırada başka bir teşebbüs oldu. Artin Arslanyan, devletin verdiği müsaadeyle 1912'de Arslanyan Ekmek ve Mamulât-ı Dakikiye Şirket-i Osmaniyesi isimli bir şirket kurdu. Ardından Nişantaşı'nda Taşocağı mevkiinde bir ekmek fabrikası kurmak için teşebbüse geçti. Bir süre sonra da Viyana'dan makineleri getirilen ekmek fabrikası Nişantaşı'nda açıldı. Daha sonra da Unkapanı'nda Nimet Ekmek Fabrikası kuruldu.

İSTANBULLULAR'IN HAYALLERİ

Nişantaşı Ekmek Fabrikası günlük 720 gramlık 30 bin ekmek üretebiliyordu. İttihat ve Terakki yönetimi ekmek fabrikasının filmini çektirerek yokluk çekilen savaş yıllarında halka propaganda yapmak için oynattırdı. Bu film bugün TRT arşivindedir. Ekmek fabrikası 1932'de kiralanarak "İpek Film Stüdyosu"na dönüştürülmüştü.
İstanbul'da belediyenin tarihini yazan Osman Nuri Ergin, bu durumu "İstanbul'da şehrin bütün ihtiyacına yetecek büyüklükte mükemmel bir fabrika kurulmasına defalarca uğraşılmasına rağmen imkân bulunamadığı hâlde değişik semtlerde Nişantaşı'ndaki fabrika tarz ve büyüklüğünde beş-on ufak fabrika vücuda getirilerek sıhhate zararlı ekmek yemekten ve fırıncıların hilelerinden kurtarılması bütün İstanbullular'ın temennisidir" şeklinde anlatır.

Sağlık Bakanımız ve sağlık çalışanlarımızın destansı mücadelesi
Osmanlı'nın son döneminde isimlerini tarihe altın harflerle yazdırmış Süleyman Numan Paşa, Tevfik Sağlam, Ömer Avni, Ömer Vasfi Aybar, Akif Şakir Şakar ve Abdülkadir Noyan gibi birçok hekimimiz vardır. Bu hekimlerimizin yokluklar içerisindeki büyük fedakârlıkları sayesinde I. Dünya Savaşı'nda yaralanan askerlerimizin birçoğu hayatta kalırken, aynı zamanda salgın hastalıklardan dolayı ordumuzun çok büyük zayiatlar vermesi önlenmiştir. Yaklaşık bir asır sonra tekrar bir salgınla mücadele ediyoruz. Buradaki en büyük şansımız ise Dr. Fahrettin Koca gibi işini iyi bilen ve şov peşinde koşmadan sadece işini yapmaya çalışan bir hekimin Sağlık Bakanı olması.
Salgın Çin başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde baştan fazla önemsenmedi. Ülkemizde de birçok kişi gelen felaketi tam olarak anlayamadıı.
Ancak Sağlık Bakanımız birçok kimsenin durumu tam olarak anlamadığı bir dönemde Bilim Kurulu'nu kurarak, kurulun tavsiyeleri ve kendi öngörüsüyle tedbirleri almaya başladı. Fakat birçok bürokrat, yönetici ve siyasetçi maalesef Bakan beyin öngörülerini zamanında anlayamadı. Bakanımız, Cumhurbaşkanımızın da desteğini alarak yılmadan doğru bildiği yolda mücadele etti. 4 Şubat'tan itibaren salgının yayıldığı ülkelerden gelenler termal kameralardan geçirilerek ülkeye sokulmaya başlandı. Özellikle salgının ikinci kaynağı olan İran'la sınırımızın 23 Şubat'ta kapatılması hastalığın Doğu'dan yayılmasını engellemiştir. Salgının ülkemizde tam kavranamadığı dönemde yaptığı bu hamle son derece önemlidir. Ardından birçok ülkeyle uçak seferleri iptal edilmiş, salgının ülkemize girdiği ilk günlerde başta okullar olmak üzere kütüphaneler, müzeler vs. kapatılmıştır. Ancak bakanımızın defalarca yurtdışından gelenlerin kendini evlerinde izole etmeleri konusundaki uyarılarına bazı vatandaşlarımızın uymaması salgını büyütmüştür.

Bunun üzerine yurtdışından gelenler karantinaya alınmaya başlanmıştır.
Bilim Kurulu'nun kurulması, hastanelerin salgına göre hazırlanması ve en önemlisi hastaların tedavileri için usuller geliştirilip, birçok ülkenin sahip olamadığı ilaçların stoklanması Fahrettin Koca'nın önemli icraatlarındandır.
Biz birkaç asırdan beri Batı karşısında mağlup olduğumuz için kendi başarımıza inanmayıp, hep Avrupalılar'ın hemen hemen her konuda çok iyi olduğunu zannederiz. Türkiye'de birçok kişi Almanya'nın salgın karşısında çok başarılı olduğunu söylüyor ki bunu da Türkiye'nin mücadelesini eleştirmek için kullanıyor. Ancak bizden beş kat daha fazla gayrisafi milli hasılası ve disiplinli bir topluma sahip olan Almanya salgında çok da parlak bir durumda değil. Dün itibarıyla Almanya'da 122 bin 171 vaka tespit edilmiş, 2 bin 767 kişi salgından ölmüş ve 4 bin 895 kişi de yoğun bakımdaydı.
Bu rakamlar Türkiye'nin hemen hemen üç mislidir. Eğer milletimiz biraz daha sabredip, söylenenlere uyar, herkes şov peşinde koşmadan sadece kendi işini yapar ve önceki akşamki hadiseler bir daha tekrarlanmazsa ülkemiz bu salgını en az hasarla atlatacaktır. Ayrıca şunu unutmayalım. Biz merhametli ve duygusal bir milletiz. Birçok ülkede görülemeyecek şekilde evde kalan yaşlılarımıza büyük bir muhabbetle yardım ediyoruz.
Avrupa'da ise bazı belediyelerin yaşlılara verdiği hizmetten para bile aldığını okuyoruz.
Batı'da birçok ülkede insanlık kalmadığı için yaşlılar ölüme terkedilirken, hastanelerimizde hekimlerimiz canla başla yaşlı-genç ayırt etmeden herkesi tedavi etmeye çalışıyorlar. Sağlık Bakanımız ve bütün sağlık camiamız önlerine çıkan ve çıkarılan bütün engellere rağmen tarihe altın harflerle geçecek bir destanı yazıyorlar. Allah hepsinden razı olsun.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA