Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HİLAL KAPLAN

Neden hâlâ Gezi'yi konuşuyoruz?

Son zamanlarda sıkça sorulan bir soru. Gezi, bir kırılma noktası olduğu için mi? Türkiye tarihindeki en eşsiz hadise olduğu için mi? Yeni bir çağın gelmekte olduğunun müjdecisi olduğu için mi? Yoksa Ak Parti'ye yakın olanlar, Gezi'nin tekrarlanmasından korktuğu için mi? Benim cevabım: "E: Hiçbiri."
Gezi ve onun temsil ettiği fay hattı, "Türkiye'yi seçilmişler mi bürokratik oligarşi mi yönetecek?" mücadelesindeki son durağın orantısız zekâ güzellemeleriyle bezenmiş bir yeni sürümünden ötesi değil. Dolayısıyla Gezi, dinamikleri itibariyle, demokratik hayata geçtiğimiz 1950'lerden beri ne olduysa onun devamı. Yani pek eşsiz ve biricik de sayılmaz.
Demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş ilk hükümeti devirme çalışmaları, Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında başlamıştı. Parola, bugün de olduğu gibi, "Hürriyet"ti. Özgürlükler kısıtlanıyor, iktidar zorbalaşıyordu, istibdat her yerdeydi ve her şey sandık demek değildi. Demokrat Parti, 'ekseriyet tahakkümü' uygulamakla, yani 'çoğunluk diktası'yla suçlanıyordu.
Darbenin işaret fişeği olan 27 Nisan tarihli konuşmasında anamuhalefet lideri İsmet İnönü ne demişti: "Biz ihtilalden gelmiş bir nesiliz... Bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam. Şimdi arkadaşlar, şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır."
Şimdi bunu okuyup da CHP lideri Kemâl Kılıçdaroğlu'nun geçtiğimiz ay, yine mecliste sarf ettiği şu sözleri hatırlamayan var mı:
"Bugün geldiğimiz nokta yeni bir süreçtir. Anayasası askıya alınmış bir devlet var. Parlamentosu yürütmenin baskısı altında, yargı yürütmenin kontrolü altında, dolayısıyla bu süreç biraz daha hızlanarak giderse halkın direnme hakkı ortaya çıkacaktır."
İnönü'nün darbeyi çağıran konuşmasının ertesi günü üniversitelerde başlayan olaylarla ilgili sosyolog Sencer Divitiçioğlu'nun, sokaklara akın eden gençlerin çeşitliliğine "liberal ya da müdahaleci burjuvalar olduğu gibi, sosyalist, Türkçü, Turancı öğrenciler de var" diyerek övgüler düzmesi, onları "diktatörlüğe karşı başkaldıran çeşitli siyasal eğilimlerin işbirliği" olarak tanımlamasını da gözünüz bir yerlerden ısırabilir.
Ya da öğrenci olaylarının, polisin silahından çıkan kurşunun tanka çarpmasından sonra kendisine isabet etmesi sonucu kaza kurşunuyla hayatını kaybeden Turan Emeksiz'i sembolleştirerek köpürtülmesi ve bunun üzerinden hükümeti devirip yerine askerî diktatörlük getirilmesine önayak olunma çabası da tanıdık gelebilir.
Ya da 27 Mayıs darbesinden beş gün sonra, bir yandan askerî faşizmin kurulmasına destek olup diğer yandan prensiplerden söz eden Çetin Altan'ın "Prensiplere ihanet edenler ise cezalarını bulurlar. Hainler prensiplere ihanet etmişlerdir ve cezalarını bulacaklardır" sözlerini hatırlamak, bir yandan F-tipi faşizmin kurulmasına destek olup, seçilmişler bu sefer muktedir olunca yarı-diktatörlükte yaşadığımızı ilan eden Ahmet Altan'ın neden kelimenin her anlamıyla 'baba ocağı'na döndüğünü anlamamıza yardımcı olabilir.
Velhasıl Gezi, 27 Mayıs'tan bu yana varolan mücadelede "ille de bürokratik oligarşi olsun, ister askerî ister F-tipi olsun" diyenlerin kendilerine verdikleri isimdir. Mücadele hâlen devam ettiği için de Gezi'yi konuşmaya devam ediyoruz. Hatırlanması gereken bir 'ayrıntı'yı da unutmadan elbette: Tarih her zaman tekerrür etmez.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA