Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Çağcıl bir tragedya: Kırmızı Saçlı Kadın

İç içe geçen çemberlerden, şaşırtmacalardan oluşmuş, bütün imgelerinin toplumsal, tarihsel göndermeleri olan, bize üstünde düşünmemizi isteyen yeni olgular getiren zor, çetin, güçlü ama nefis bir roman Kırmızı Saçlı Kadın.

Bir vesileyle konuşurken, telefonda, Orhan Pamuk, yeni romanı Kırmızı Saçlı Kadın'dan söz etti ve "İki saatte okuyacaksın" dedi. İtiraf edeyim ki, hiç inanmadım. Orhan Pamuk'un romanı kısa olabilirdi ama iki saatte okunmazdı. Nihayet kitabı okuduğumda, gerçekten de kısa ama çetinin çetini bir roman olduğunu anladım. Öyle isterseniz, evet, hızla okunan, yer yer 'polisiye' bir merak unsurunun öne çıktığı, sürüklediği, dolayısıyla heyecanlı bir roman ama bunlar işin görünen yüzü. Hiç ertelemeden ve gecikmeden yazıp belirteyim: evrensel bir roman var elimizde.
I
Öncelikle konu, isterseniz içerik diyelim, bu evrensellik boyutunu yaratıyor. Baba-oğul efsanelerinin, hikayelerinin, esatirlerinin üstüne oturan bir roman bu. Bilinen bir gerçeği ben de burada belirteyim. Doğu mitolojilerinde (Rüstem'le Sührap hikayesi) babalar oğullarını öldürür. Batı mitolojilerinde de (Oedipus efsanesi) babalar oğullarını.
Ama Batı mitolojisi daha karmaşıktır. Oğul, babasını (bilmeden) öldürür ama ardından annesiyle yatar. Gerçek ortaya çıkınca kendisini cezalandırır. Gözlerini kör eder. (Nitekim, Oedipus Kolonos'ta isimli tragedyada Kral Oedipus karşımıza kör olarak yeniden çıkacaktır. Ve şaşırtıcı bir şekilde, bu defa oğullarını lanetleyecektir. Kızı Antigone ise neredeyse babasına aşıktır. Oedipus öldükten sonra mezar yerini sadece Theseus bilmektedir. Antigone ısrarla öğrenmek ve oraya gömülmek ister, gerekirse diri diri; çünkü, babasız yaşamaktansa ölmek yeğdir onun için.) Üstelik, Oedipus, efsanede, kimsenin çözemediği bir bilmeceyi çözmüştür. Yani, bilmeye cesaret etmekle yaşadığı kader arasında bir ilişki vardır. (Bu ilişkinin Freud'la kurduğu bağa aşağıda değineceğim.)
Zaloğlu Rüstem pehlivanın öyküsü ise, belirttim, bu derecede karmaşık değildir. Yenilmez Rüstem oğlunu öldürür ve bir manada kaderine yenilir. Burada ilginç olanı Rüstem'in İran'ı ve ona karşı bilmeden rakibi/düşmanı olmuş oğlu Sührap'ın Turan'ı yani Türkleri işaret etmesidir. Öyle olunca da Ortadoğu efsanesi hemen bir Doğu-Batı çatışmasına dönüşür. Ama öyküler birbirine benzer, babalar oğullarını tanımazlar. Kritik nokta budur.
Batı metafiziği bu ikilemi hayli deşmiştir. Bir çok diğer şeyin başlangıcını teşkil ettiği gibi, bu efsanenin Batı metafiziği içindeki yerini de Freud'un çözümlemelerine ve (çok eleştirildiği üzere) onun efsaneyi (biraz da işine geldiği gibi) okumasına borçluyuz.
Freud, babanın otoriteyi temsil ettiğini, oğulun onu öldürerek, 'arzu nesnesi' anneyi ele geçirmek tutkusunu dile getirir. Babanın öldürülmesi ya da öldürülmemesi, yani otoritenin aşılması veya aşılamaması, (Batılı) insanın daha sonraki hayatında davranışlarını belirleyecektir. Doğu ise oğulun öldürülmesinden, yani otoritenin devamından yanadır.
Gene ilginç olanı, Batıda devlet temelli çözümlemeler hemen hemen hiç Oedipal özgürleşimle ilişkilenmezken, Doğu'da, babanın oğlu öldürmesi hemen otorite-devlet ilişkisine atfen ele alınır. Bu da herhalde önsel (a priori) bir okumadır. Yani, Batı'nın babayı öldürdüğünün ve bireyin daha başlangıçta özgürleştiğini kabul etmektedir.
Gene dikkat çekici yanı işin, kendi deyimiyle tanrıtanımaz bir Yahudi olan Freud'un Oedipus kompleksini irdelemekle işin peşini bırakmaması, patrisit (baba katilliği) konusunu Karamazof Kardeşler ve Hamlet üstünden ele almasıdır. Ama Rusya'daki dönüşümü anlatan büyük bir romana da Turgenyev Babalar ve Oğullar adını vermiştir, anımsayalım.)
Gerçekten de bu işin 19. yüzyılda doruk noktasını Karamazof Kardeşler oluşturur. Orada da baba öldürülür. Kimin öldürdüğü kitabın ana muammasıdır. Fakat ilginç olanı bu defa şüpheli Dimitri'nin babasıyla aynı kadına aşık olmasıdır. Tahmin edileceği üzere, bu cinayet de gene Doğu- Batı çelişkisi içinde ele alınıyordu. Babanın öldürülmesi 'Rusya'nın' öldürülmesi miydi diye gelişiyordu, tartışmalar.
II
Pamuk da bu metafiziği yeniden kurguluyor. Ama ne kurgu!.. Postmodern romanın dehası olarak kabul edilebilecek Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın'da (KSK), Karamazofları anımsatan ama ondan çok farklı bir plan içinde babası tarafından terk edilmiş bir çocuğun tanımadığı oğlu tarafından öldürülmesini ele alıyor. Fakat şaşırtıcı olanı, çocuğun sadece bir defa yattığı kadının daha önce babasının sevgilisi olması. Ama bu kadar değil. Kitap, medcezir yapan bir dizi 'kreşendo'dan oluşuyor. Örneğin son derecede ilginç ve çarpıcı bir Mahmut Usta tiplemesi var. O da bir başka 'baba' ve bir süre sonra o da ölüme terk ediliyor.
Bütün bunlar Orhan Pamuk'a çok geniş bir roman coğrafyası üstünde çalışma olanağını vermiş. Elbette onun Sessiz Ev'den ama özellikle Kara Kitap'tan bu yana üstünde durduğu Doğu-Batı ikilemi burada bir daha beliriyor. Ama roman, KSK, Doğu efsanelerine göndermelerini Mahmut Usta aracılığıyla yaparken doğrudan bir Şehname veya Binbir Gece Masalları gibi kuruluyor. Mahmut Usta çırağı Cem'e peş peşe, bitmez tükenmez hikayeler anlatacaktır. Cem'in 'küçük bey' olarak ustasına anlattığı tek hikaye ise, Oedipus efsanesi olacaktır ve sevilmeyecektir.
Bununla birlikte elbette kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın başlı başına bir olgu. Pamuk, evrensel düzeyde ustası olduğu ters taklalarını bu tiple de atıyor. KSK, Cem'in ilk sevgilisi. Ondan neredeyse bir kat daha yaşlı. (Psikanalizin yaşlı kadıngenç sevgili çözümlemesini anımsamamak olanaksız.)
Böylelikle de Oedipus efsanesi eşsiz bir çağcıllıkla yerli yerine oturuyor.
Kısacası, roman, bütün kitap boyunca Rüstem ve Sührap'la iz sürse dahi sonunda Oedipus'la bitecektir. Ama (bir çalım daha) Cem (bu isim bile anlamlıdır), karısıyla çocuğu olmayan Cem (bir metafor daha) gene karısıyla kurduğu şirkete Sührap adını verecektir.

III
Bunlar bize ne anlatıyor sorusunun elbette tek bir cevabı olamaz. Son kertede baba-oğul/birey-otorite etrafında gelişen bir tartışma açıyor Pamuk. Bu tartışmanın belkemiğini ise modernleşme kavramı oluşturuyor. Temel mesele ayrıca Doğu- Batı algılaması olarak da temellendirilebilir.
Bu konu bizde neredeyse hiç ele alınmamıştır. Türkiye'de Yazınsal Bilincin Oluşumu isimli kitabımda uzun uzun ele aldığım üzere, Türk romanının birey üstünden gelişmeyen, yani künstlerroman olmadığını biliyoruz. Türkçe roman toplumsal ihtiyaç ve beklentilerden doğdu. Dolayısıyla da daima bir bildungsroman yani oluşum romanı yazdık. Elbette bu kavramların sınırları esnetildi. Fakat son kertede romanı daima roman ötesi, roman dışı ile okuduk.
'Büyük Türk romanı' bu anlayışın mahsulüdür. Bir Kemal Tahir, Attila İlhan, Peyami Safa, Tarık Buğra... Toplumsalı düzeltmek için yazınsalı bir söylem olarak kullanır, araçsallaştırır ve kurgular. Bu, onların önemli, çarpıcı karakterler yazmasını engellemez. Fakat, Türk romanı, artık unutulmuş Lukacs'ın tabiriyle söylersem, karakter değil tip üstüne kuruludur büyük ölçüde.
Orhan Pamuk'un romanları ise bu iki olgunun kesişim noktasında yer aldı. Neredeyse her romanında birey olan/olmuş bir tip oldu. Fakat romanlar daha ziyade kendisini arayan, hayatını kuran, kurmaya çalışan, kaderiyle yüzleşen insanların öyküleriyle yüklendi.
Bu çok önemli bir dönüm noktasıydı. Postmodern roman bizde sonradan farklı mecralara savruldu, doğal. Pamuk'un o roman anlayışına getirdikleri ise, öncelikle başat ve baskın olan formel yapının ötesinde, karakterlerinin dünyayı ve evreni konumlandırmaları ve kabullenişleriyle öne çıkıyordu.
Kara Kitap bu bakımdan bir dönüm noktasıydı. Çünkü, Sessiz Ev'de ve Beyaz Kale'de de ipuçları görünmekle birlikte asıl bu kitapta karakterler zamanlar ve mekanlar arasında metinler aracılığıyla dolaşmaya başlıyordu. Evet, onlarda da bir kendini arayış, bulma/bulamama gerilimi vardır. Fakat bu, somut tarihsel bir kanavaya oturmayan, o tarihsel/toplumsal verili planda gerçekleşen bir arayış değildi. Soyut, bireysel ve zamanı çapraz kesen bir arayıştı. O nedenle doğrudan kültürel bir uzama yayılıyordu. Bu bakımdan Huzur'un Mümtaz'ı veya Aylak Adam, Orhan Pamuk karakterlerine daha yakın duran profillerdi.
Kırmızı Saçlı Kadın'ı, bu genel çerçevenin, kendisini arayan insanın bir yeni aşaması olarak görmek gerek. Hemen belirteyim. Nitekim, roman bunu birçok yerde dile getirir. Cem, "Ben, beni kimse görmediği zaman en çok kendim oluyorum" diye düşünecektir (s. 52). Oğlu Enver de benzer bir tutum içinde, 'kendimi düşmanlarla, sağcı, solcu, dinci, modernci gibi zıtlıklarla tanımlamadan kendim olmak istediğim için insan içine çıkmadan şiir yazıyorum' diyecektir (s. 167). Dolayısıyla roman, Pamuk'un belki de en gözde teması olan, Amerikalıların 'coming-of-age' dedikleri ergenlik konusunu bir kere daha kuşatacaktır.
Yalnız bu defa önemli bir fark vardır. Ergenliğin bu romanların neredeyse belkemiği olması ilginçtir. Çünkü, toplumsal bir açılımı vardır. Romancı, o ergenler aracılığıyla onların bireyleşme serüvenlerini anlatırken, aslında, bir toplumun ergenleşmesine, bireyleşmesine işaret ediyordu.
Ergenlik, kendi olma hali (ki, gerek genel olarak felsefenin, gerekse bizde bir dönemler 'bireyci' diye nitelendirilmiş Tanpınar benzeri romancıların en önemli kavramlarındandır) bu defa 'baba' figürüyle bütünleşir. Baba nedeniyle mi kendimiz olamıyoruz sorusu elbette yakıcıdır. Nitekim Pamuk da kesinlemeden kaçınarak bu vurguyu art arda sıraladığı sorularla ortaya koyacaktır KSK'da: "Kuvvetli, kararlı bir babamız olsun, bize neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söylesin isteriz. Niye? Neyi yapıp neyi yapamayacağımıza, neyin ahlaklı ve doğru, neyin ise günah ve yanlış olduğuna karar vermek zor olduğu için mi? Yoksa suçlu ve günahkar olmadığımızı işitmeye her zaman ihtiyaç duyduğumuz için mi? Bir baba ihtiyacı her zaman mı vardır, yoksa kafamız karıştığı, dünyamız dağıldığı, ruhumuz daraldığı vakit mi isteriz babayı?" (s. 115).
Bu sorular ikinci aşamada baba-oğul karşılaşmasının cereyan ettiği sahnede büyük ve trajik bir şiddetle devam eder. Sonuç önemli bir sorudur: "Acaba babama itaat etseydim mutlu biri olur muydum?... Belki iyi bir oğul olurdum ama iyi bir birey olmazdım" diyen Cem'e oğul Enver bütün roman tarihimizin 'konvansiyonel' cevaplarından birini çok ters bir açıdan verecektir: "Bu birey olma merakı ve telaşı yüzünden Avrupai zenginlerimiz değil birey, kendileri bile olamadılar." (s. 168). Üstelik Enver, sorunu inanç meselesine, Allah'a inanmak veya inanmamak noktasına kadar götürecek ve o düzeyde tartışacaktır.
Bu bağlam, Tanzimat romanında kaşımıza çıkan ve Jale Parla'nın dikkatle saptadığı klasik konuya bizi geri getiriyor ve dediğim gibi oradan bir adım ötesine de taşıyor: Babasızlık, babasız oğullar.
Pamuk, bu bağlamı bir yüzleşmeyle kapatıyor. Gene Karamazof'da olduğu üzere tartışma bu defa çok somut biçimde baba-bağlanma/ otorite-başkaldırı/ itaat-bireylik/ modernleşme-inanç düzlemlerine çekiliyor. Pamuk'un daha önce kendi kitaplarında (kısmen-ama zaten bu tartışmanın 'tamamlanması' olanaksızdır) yaptığı bu tartışma şimdi çok somutlaşmış ve 'güncellenmiş' olarak 'oryantal despot' ile aydınlanmış/özgürleşmiş (emancipated) birey arasında cereyan ediyor.
O kadar ki, sonunda, belirttiğim gibi, gene oğul babayı öldürecektir. Ama ilginç bir başka çalımla: Sofokles, babayı öldüren oğulu sonunda kör ederken bu defa baba gözünden giren bir kurşunla hayatından olacaktır; yaşasaydı, tek gözü kör kalacaktı, belki tam anlamıyla değil ama, bir tür Kiklop olacaktı. Zaten bunu açıklamıştır da oğul: "Sana kızdığım zamanlar aslında seni kör etmek geliyor içimden" diyecek ve nedenini açıklayacaktır: 'bir babada dayanılmayacak yan hep seni görmesi' (s. 170). Bu çözümleme Batı-Doğu dikatomisine Pamuk'un getirdiği müthiş bir boyuttur.
IV
Bu büyük bir tartışma. Pamuk'un romanı bu irdelemeyi çok farklı düzlemlerde ele almaktan kaçınmıyor. Ergenlik o düzlemlerin ilkiyse bir başkası, 'hatıralar ve hafıza' meselesidir.
Pamuk'un neredeyse 'alamet-i farika'sı olan bu konu elbette KSK'da da çıkıyor karşımıza. Cem, bir tür katil olarak, katilin cinayet mahalline dönmesi ilkesine bağlı kalarak (ustası Mahmut'u kuyunun dibinde ölüme terk etmiştir ve bu duyguyla 30 yıl yaşamıştır) Öngören'e geri gelir. Ama gelişini 'ben buraya hatıralarım için geldim' (s. 162) diyerek açıklayacaktır. O zaman soru şu: hatıra nedir, hatıralar nasıl oluşur?
Çok az dikkat edilmiştir ama Pamuk'un bu soruya yanıtı açıktır: temaşa ederek.
V
Orhan Pamuk'un Türk edebiyatın hafızayla olan ilişkisi malum. Kara Kitap'tan başlayarak, İstanbul'a kadar, nihayet Mevlut ve Cem'e kadar bu çizgiyi izledi Pamuk. Hafızanın yazarı olarak belirdi. Ama istençli hafızanın iradi hafızanın mı yazarıdır Pamuk sorusu önemlidir, hatta başlı başına bir muammadır. Ben cevabını Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında 2006 yılında Sabancı Üniversitesi'nde düzenlediğim sempozyumda verdiğim tebliğde ele almıştım. Ve bunun Proust'taki 'istençisiz hatırlama'dan dönüştüğünü, ondan etkilenmiş Tanpınar geleneğini ters çevirdiğini ve istençli/iradi hatırlamaya geçtiğini belirtmiştim. (Orhan Pamuk Edebiyatı/ Agora Kitaplığı) Mevlut'un macerası buydu, Cem'in macerası da budur.
Sonsuz egemen bir baba ile bir ölçüde anne egemen (matriarchal) bir toplumdur Doğu toplumu. (Kemal Tahir'in bütün çelişkilerine rağmen Devlet Ana romanını anımsayalım. O arada bütün tarihimizin, Tanpınar dahil, Oedipus üstünden ve patrisit bağlamında tanımlanmasına karşılık annenin sosyo-psikolojik planda oynadığı rolün hiç dile getirilmemesi çarpıcıdır. Eğer o çizgiyi izlersek, biz, babayı öldürememiş, Oedipal kompleksini aşamamış, ketlenmiş bir toplumuz demektir.)
Pamuk, bunu da iteliyor. Sonunda, ama şöyle ama böyle, bir ilk kadın var, beraber olunmuş bir kadın ve o kadından tevellüt eden bir çocuk var. O çocuk babayı öldürecektir. Cem ise babasını öldürememiştir. Böylelikle Doğu'da kalmıştır. Ne var ki, roman, Gülcihan tarafından yazılmıştır. Yani, bir kere daha hakim bir annenin, oğlunu kurtarmak isteyen bir annenin çabasıdır roman. Gelin görün ki, roman anne tarafından yazılmış fakat öldürülen babanın dilinden anlatılan bir metindir. Yani, muhtemelen biraz 'fazla-yorum' olacaktır ama, sadece hatırlanarak yaşanan ilk sevgili/anne kendisini sevgili/oğul ile özdeşleştirmektedir. Evet, Gülcihan, Baudelaire'in dizesiyle söylersek 'hatıralar annesi'dir.
Böylece, iç içe geçen çemberlerden, şaşırtmacalardan oluşmuş, bütün imgelerinin toplumsal, tarihsel göndermeleri olan, bize üstünde düşünmemizi isteyen yeni olgular getiren zor, çetin, güçlü ama nefis bir roman Kırmızı Saçlı Kadın. Kadim bir tragedyayı çağcıllaştırıp, gi
debileceği en uç noktaya taşıyan, evrensel bir roman!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA