AKP'nin seçim başarılarına şaşıranların anlamadığı konu bu partinin bugüne dek Türkiye'de ortaya çıkan hiçbir siyasi harekete benzememesi… Birçok kişi AKP'nin bir 'merkez sağ' parti olduğunu varsayıyor. Oysa durum tam tersi... Merkez sağ partiler devletin resmi ideolojisini ve vesayetçi sistemi kabullenen, bu çerçeve içinde ekonomi ve paylaşım ile ilgilenen oluşumlardı. AKP'nin de ekonomi ve paylaşım konusuna ilgisiz olmadığı açık. Ama bu parti resmi ideoloji ve vesayet sisteminin üzerine yürüyebilme iradesini, cesaretini ve gücünü gösterdi. Bunun anlamı ortaya yeni bir 'merkezin' çıkmasıdır. Diğer bir deyişle geçmişteki 'merkez sağ' partiler, Türk milliyetçiliğine ve otoriter laikliğe dayanan bir devletçiliğin ürettiği merkezin içinde yer aldılar. O merkezi dönüştürmeyi istemek bir yana, onu güçlendirdiler. Rekabeti ise başkalarını söz konusu merkezin dışında tutmaya çalışarak yürüttüler. Yargı bu sistemin en önemli dayanağı ve koruyucusu oldu. 'Bağımsız' yargı açıkça bir ideolojik taraf olarak davrandı ve hiçbir zaman 'tarafsız' olmadı. Böylece 'merkez sağ' partilerin merkezin içinde kalması garanti altına alınmış oldu.
Oysa şu an çok farklı bir tablo ile karşı karşıyayız. AKP askeri vesayeti geriletmek ve gayrı meşru hale getirmekle yetinmedi. Türk milliyetçiliğini ve otoriter laikliği de meşruiyet zemininin dışına itti. Eski sistemin son kalesi olan yargı ile de şu günlerde uğraşıyor ve onu da 'normalleştirmek' üzere adımlar atıyor. Bu reform çabası son dönemde bir kavgaya dönüştü, çünkü yargı eski gücünü korumak üzere direndi. Unutmamak lazım ki askeri bir darbenin olanaksız hale geldiği ve cumhurbaşkanlığı makamının da kaybedildiği bir ortamda yargı eski sisteme dönebilmenin tek aracı konumunda. Bütün bunlara yargı üzerinden hükümeti devirmeyi hedefleyen 17 Aralık girişimini de eklediğimizde ortaya epeyce karmaşık bir mücadele alanı çıkıyor.
Bu çetin kavgada hükümetin yargıya müdahale ettiği ve yargının bağımsızlığını ihlal ettiği örnekler de oldu… Batılıların büyük çoğunluğu bunu kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı, kabul edilemez bir hamle olarak değerlendiriyorlar. Ne var ki bunu öne sürebilmek için yargının rolünün ve işlevinin 'normal' bir demokrasideki gibi olması lazım. Diğer bir deyişle yargının demokratik mekanizmanın hakemliğini yapacak ölçüde 'tarafsız' olması gerek. Nitekim tarafsız olmayan, ideolojik kaygılarla davranan ve güç peşinde olduğu için hükümetle savaş halinde olan bir yargının bağımsızlığını savunmak epeyce kuşku çekiyor.
Unutmamak lazım ki demokrasilerde yargının 'bağımsızlığından' söz edildiğinde onun 'işlevsel' bağımsızlığı anlaşılır. Yani yargının karar verirken, tutum alırken bağımsız davranabilmesi… Yoksa 'yapısal' bağımsızlığı değil. Birçok gelişmiş demokraside adalet bakanlığı bir başsavcılık müessesesidir ve yüksek yargı mensuplarının büyük çoğunluğu da parlamento ve hükümetler tarafından atanmaktadır. Oysa Türkiye'de yargı tamamen halkın tercihleri ve denetiminin dışında duruyor ve 'bağımsızlık' diye de bu durum savunuluyor. Batılı siyasetçiler ve kurumlar bu antidemokratik durumu 'demokrasinin gereği' olarak görebiliyorlar. Türkiye'deki hükümet ise bu ülkenin 'demokrasi öncesi' yapısını Batıya anlatmakta aciz kalıyor ve Batıdan gelen eleştirileri de birer kötü niyet belirtisi olarak okuyor.
Mesele Türkiye'de yargının bir vesayet müessesesi olması, devletçi merkezin bekçiliğini yapmasıdır. Eğer bir gün demokrasi diye bir rejim olacaksa, bunun asgari koşulu vesayet üretmeyen bir merkezin oluşması ve yargının demokratikleşmesi olacak.