New York sanatla dolu bir haftayı geride bıraktı. Dünyanın belli başlı çağdaş sanat fuarlarından biri olan Armory Show bu hafta yapıldı. Saatlerim, hatta günlerim geçti diyebilirim bu leb-i derya sanat fuarını gezerken. Her stand bana yeni dünyaların kapılarını açtı. Bu dünyaları sizlerle hafta içi paylaşacağım.
Bu hafta ne etkileyici bir sanat fuarından ne de büyüleyici bir konserden bahsedeceğim. Sanat anlık bir hazzın ötesinde bir tecrübe benim için. Hangi dalda olduğu önemli değil, başlangıcından sonuna her tecrübe bir hikâye barındırıyor. Bu yazımda da geçtiğimiz hafta yaşadığım bir tecrübemi sizlere aktaracağım.
En yakın arkadaşlarımdan biri Armory Show'a katılmak için New York'u ziyaret etti. Kendisiyle oldukça uzun vakit geçirme fırsatı bulduk. New York'u iyi bildiğinden bu sefere mahsus, New York tur rehberliği görevimi askıya aldım. Zatıalim, Empire State binasına çeşitli seferlerde toplam yedi kere çıkarak kendi çapında kırılması zor bir rekoru elinde bulunduruyor.
Alışıla gelmişin dışında, arkadaşım utana sıkıla bana New York'ta iyi bir Operaya gitmek istediğini söyledi. Hay hay!!! Bu ne güzel arzu dedim, keşke beni ziyaret eden tüm arkadaşlarım Times Meydanını tavaf etmek yerine böyle ricalarda bulunsa.
Maliyetini ikinci plana atarak gidebileceğimiz en güzel Operayı araştırdım. Çok uzun sürmedi seçmem. Plácido Domingo yönetiyor, Angela Gheorghiu soprano, Piotr Beczala tenor. Ekibe baktıktan sonra operanın hangisi olduğu çok da önemli değil. Biletleri almamla beraber içimi bir heyecan kapladı, unutamayacağım bir gece geçireceğime emindim. Yanılmamışım!
Arkadaşımla saat 6.00'da otelinin önünde buluşmak üzere sözleştik. Planımız bir şeyler yedikten sonra Lincoln Center'a yola koyulmaktı. Günüm akşamı beklemek ile geçti. Ve saat nihayet geldi. Hava kapalı hatta can sıkıcı. Ben tam saatinde otelin önündeyim, yaklaşık 15 dakikalık bir beklemenin ardından arkadaşım arıyor. Sesi titriyor ve hastalandığını söylüyor. Çeşitli vitamin isimlerini sıralayarak benden bunları temin etmemi rica ediyor. Liste kabarık, ama başa gelen çekilir diyerek yola koyuluyorum. Koşar adımlarla alfabe gibi vitaminleri alarak tekrar otele dönüyorum.
Odaya çıktığımda arkadaşım yatakta, kazak kazak üstüne giymiş yorganın altında titriyor. Esasında basit bir soğuk algınlığı. Yardım etmeye çalışıyorum ama nafile adeta duygusal bir hezeyan içersinde. Zannedersiniz zatürre başlangıcı! Yeni evli olmasına bağlıyorum durumu. Derken eşinden bir mail alıyorum. Bana durumun vahametini soruyor ve uçak bileti baktığını söylüyor. Çok merak etmiş, atlayıp uçağa geleceğim diyor. La havle vela kuvvete!!! Yalnızca bir soğuk algınlığı daha ne kadar abartılabilir diyorum içimden. Ben New York da bunu ayda bir rutin oluyorum zaten.
Arkadaşım moral bulsun diye kocasından gelen mail'i okuyorum. Henüz bitirmeden ağlamaya başlamaz mı? İçimden sabrım mı sınanıyor yoksa bu bir kamera şakası mı diye merak ediyorum.
Gözüm saatimde, maçı bitirmeye hevesli hakemler gibiyim. Saatim 7.00'ı gösteriyor. Derken bir telefon konuşması başlıyor ikili arasında, sevgi sözcükleri havalarda. İçim kasıldıkça kasılıyor, ya ben içimdeki romantizmi yitirdim ya da benim bildiğim romantizm şekil değiştirmiş. Gözyaşı, hasret, aşk, tutku, ayrılık, özlem, ihtiras hepsi var bu telefonda. Usulca ben izin istiyorum, yarım bir teşekkür ile tek başıma yola koyuluyorum.
Ben içerdeyken yağmur başlamış. Etrafta taksi ara ki bulasın, en yakın metro ise dakikalarca uzaklıkta. Kaybedecek vaktim olmadığından koşar adımlarla yürümeye başlıyorum. Çiseleyen yağmur önce bardaktan daha sonra kovadan boşalmaya başlıyor. Yolda ceketli bir sucuk halini alıyorum.
Zar zor Lincoln Center'ın kapısına ulaştığımda operanın başlamasına kısa bir süre kalmış. İçeri girdiğimde gözler üzerimde, malum ıslanmaktan saçları İsmail YK gibi olmuş, ceketli bir sucuk ilgi çekici olsa gerek. Kurulanmama bile vakit olmadan yerime geçiyorum.
Derin bir nefes en çok ihtiyacım olan şey o an. Islanmama mı yanayım yoksa maruz kaldığım romantizm rüzgarına mı? Benim gibi yalnız bir insan, bu derece yoğun romantizmin içinde boğulası geliyor. Acaba ben neden yalnızım diye düşünmeye başlıyorum henüz opera başlamadan.
Kafamdaki sorular, sorgulama halini alıyor o da yerini suçlamalara bırakıyor. Yeter diyerek acaba ben hangi operaya gelmiştim diyorum. İsimlere bakarak seçmiş ismine dikkat etmemiştim. Aman tanrım!!! Romeo ve Juliet!!! Salonda neredeyse herkes çift, herkes el ele. Kamera şakasını geçtim bu bir kâbus olmalı diyorum. 5 perdelik üç buçuk saatlik bir kâbus.
Bırakın Domingo'yu, Gheorghiu'yu, allame-i cihan olsa çekecek durumda değilim. Tam bir karmaşa halindeyim. Söylenen aryaları mı dinleyeyim, karnımın gurultusunu mu, yoksa kalbimin patırtısını mı? Gece bittiğinde ben de bitap düşmüşüm. Evime gidecek halim kalmamış. Ne ruhsal, ne de fiziksel sağlığım yerinde.
Unutamayacağımı düşündüğüm geceyi farklı nedenlerden dolayı unutamayacağım. Dedim ya sanat bir tecrübe benim için, ben böyle tecrübeyi daha önce hiç yaşamamıştım.
tan.yesilada@gmail.com