Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yitik mekanın ardında...

Yerleşik yaşam tarihsel evlere eğilmeyi gerektiriyor. Ne var ki, bu doku artık ne yeterince mevcut ne de yeterince irdeleniyor. Aksine, doğal yıkımlar ve kentsel dönüşümler bu en önemli kültürel elemanı ortadan kaldırıyor

Ev, kendi içinde son derecede karmaşık bir kavram. İnsanın temel yaşama birimi olarak onun kültürünü de meydana getiriyor. Bu kültürün toplumsal boyutları ve anlamları var. Evin 'birim' olarak ifade ettiği anlam genişleyip açılarak toplumsal kültürü oluşturuyor. Mahalle, şehir evden yola çıkılarak oluşmuş farklı kültürel kompozisyonlara tekabül ediyor. Biraz daha derinleştirildiğinde bir toplumun tarihsel geçmişi hakkında da en canlı, üretken bilgileri sağlıyor ev ve daha geniş kapsamıyla konut.
Türkler bakımından bu gerçekler haydi haydi önemli. 1071 sonrasında çok geniş bir sahaya yayılmış bir kavmin yaşama kültürünü ancak yerleşikliğinin veya göçerliğinin birimi olan ev üstünden giderek çözümlemek mümkün. Göçerlik kültürü başlı başına bir konu. Onun kurucu unsuru olan çadırlar, yurtlar ayrı incelemelerin konusu.
Yerleşiklik ise elbette tarihsel evlere eğilmeyi gerektiriyor. Ne var ki, bu doku artık ne yeterince mevcut ne de yeterince irdeleniyor. Aksine, doğal yıkımlar ve kentsel dönüşümler bu en önemli kültürel elemanı ortadan kaldırıyor.

'TÜRK EVİ' KAVRAMI
Birçok başka alanda olduğu gibi bu konuları gündeme taşıyan ilk kişi, başkaları da olsa bile, Celal Esad Arseven. Onun mimarlık ve şehircilik tarihi bir yandan genel bir yandan da özel planlarda Türkiye'deki ev ve konut ilişkisini kuruyordu. Zamanla bu genel bakış biraz daha süzüldü ve Sedad Hakkı Eldem bütün hayatı boyunca devam edecek 'Türk Evi' kavramını ortaya koydu. Gerçi son dönemlerde bu konu mimar Turgut Cansever'in ilgi alanı içinde olmuştur ama Eldem'in araştırmaları ve öğrencileri aracılığıyla konuyu çok daha genel bir bilince taşıdığı muhakkak. Eldem de ele aldığı problemi doğal olarak İstanbul ölçeğinde irdeliyordu. Cansever bu konulara daha analitik ve akademik bir yaklaşım içindeydi. Eldem ise morfolojik bir dönüşümün nasıl gerçekleştirileceğini sorguluyordu ve bunu daha sonra Cansever'in de yapacağı gibi bir mimari gerçeklik olarak nasıl dönüştüreceğini, nasıl yeniden üreteceğini düşünüyordu. Fakat bu onun konuyu 1926'dan sonra ölene kadar çok çeşitli açılardan kuşatmasına engel değildir. Bugün bu konuda bildiklerimizin en büyük bölümünü onun gayretlerine borçluyuz.
Cansever konuyu sonuna kadar bir genel kültürel kompozisyon olarak ortaya koydu. Ev, mahalle, kent hatta daha ileri giderek en genel manada mimarlığın kültürel bilinçle olan ilişkisini irdeledi. Örneğin 'kubbe' konusunu bu açıdan ele aldı ve sorguladı. Bütün o mimarlık oluşumlarının arkasında, dokuyu ve formu meydana getiren kültürel bilinci görmek istedi.
Reha Günay'ın gerçekten büyük emek isteyen, 50 yıla yayılmış çabasının damıtımı olan kitabı İstanbul'un Kaybolan Ahşap Konutları bana bu konuları çağrıştırdı.
Reha Günay bir mimar. Öğretim üyesi. Koruma projelerinde çalışmış. Fakat emeğinin önemli bir bölümü mimarlık fotoğrafçılığını kapsıyor. Uzun yıllar çeşitli üniversitelerde bu konularda dersler vermiş. Kitapları var.
Kendi anlatımıyla 1960 yılında İTÜ'den mimar olarak mezun olduktan sonra bir mimar olarak sadece kendi olanaklarıyla çevresini belgelemeye çalışmış. Elimizdeki kitap koleksiyonunun bir parçası. Günay koleksiyonunu küçük olarak nitelendiriyor. Fakat gene kitaptan öğreniyoruz ki, sadece İstanbul'dan elinde 3-4 bin kare fotoğraf vardır.
Kitap onların belli bir bölümünü içeriyor. Kitabın kuramsal, analitik kısmı üç bölümden oluşuyor: Türk Evi Geleneği/Türk Evinde Ahşap Kullanımı/ İstanbul Evleri. Bu son bölüm de kendi içinde alt başlıklara ayrılmış: 15 ve 16. yüzyıldan başlayarak Günay konuyu 17. Yüzyıl Klasik Osmanlı Evleri/18. Yüzyıl Osmanlı Barok Dönemi Evleri/19. Yüzyıl Ampir Evleri-Napolyon Dönemi Klasisizmi'. 17. Yüzyıl konunun birinci, 18. yüzyıl ikinci, 19. Yüzyıl üçüncü dönemini meydana getiriyor. Doğal olarak Rokoko, Barok, Avrupa Neoklasik Dönemi Türk Evi'ne tesir eden dış unsurlar. Günay bu konuları irdelerken konuyu ve görsellerini İstanbul'la sınırlı tutmuyor. Diğer kent ve kasabalardaki örnekleri de aktarıyor.
Kitap bu kuramsal değerlendirmelerden sonra iki ayrı bölümde Anadolu Yakası ve Rumeli Yakası örnekleriyle Türk Evi'ni ele alıyor.
Günay'ın çalışmasını önemli, değerli gibi sıfatlarla tanımlamak bile gereksiz. Önemini ve değerini zaten içinde, üstünde taşıyan bir yapıt bu. Her şeyden önce 1960'lardan bugüne kadar 'İstanbul'un kaybolan ahşap konutları'nı görüntülemiş Günay. Bu büyük bir çaba. Fakat daha önemlisi, artık yerinde bulunmayan bu doku bize sahip olduğumuz kültürel birikimi, geçmişi ve benim için daha önemlisi kültürel bilinçdışını veriyor.

ZEYREK ERİYİP, GİDİYOR

Fakat bu nitelendirme yani bu fotoğraflara ve yazılara bakarak mimari üstünden gelen bir 'bilinçdışı' değerlendirmesi hemen, kolaylıkla olacak bir şey değil. Tersine, öyle bir sonuç ancak çok kapsamlı ve elbette farklı disiplinlerden getirilecek çözümlemelerle alınabilir. Oysa hiç mi hiç o türden bir yaklaşımın içinde değiliz. Kaldı ki, bu artık bir arkeolojik çalışma olabilir ancak. Eski konut ve yerleşim dokuları tamamen kaybolmuş durumda.
Yılda birkaç defa gittiğim Zeyrek'te bu çözülmeyi görüyorum. Zamanında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmesi için çok çaba harcadığım bu semt kalan dokusuyla da eriyip yitiyor. Oysa içine girince son derecede ilginç çağrışımlara sürükleniyor insan. Geçmişi yüzyıllarca eskiye giden bir yerleşim bölgesinin oluşturduğu ilginç ve elbette çok çekici amalgam insanı çarpıyor. Bir yanda Bizans, diğer yanda Osmanlı ve onun geçmişe uzanan kökleri bu kültürel dokuyu meydana getiriyor. (Kitap sadece, Osmanlı öncesi yapılarla Osmanlı yapılarının uyuşumu, ilişkisi bakımından dahi ele alınabilir.) Bu durumun yeni bir anlayışla ele alınması şart. İstanbul ve diğer kentler tarihsel dokularını kaybediyor. Bugünkü rant ekonomisinin böyle bir yaklaşıma nasıl direneceği yeterince irdelendi. Ayrıca, başka bir gerçek var: ahşap mimari zamana direnemiyor. Büyük taş, kamu yapılarını çıkarsanız, Anadolu Ortaçağı'nı bulmak bu nedenle olanaksızdır. Şimdi aynı sorun İstanbul'da yaşanıyor.

30 YIL SONRA YOK OLACAK

Günay'ın kitabı bize ev denen mekanın ne derecede kendisini aşan bir realite olduğunu açıklıkla gösteriyor. Kitabı meydana getiren fotoğrafların zaman zaman çarpıcı görselliği de işin içine girince bu realite karşımıza bir sınama eşiği olarak çıkıyor. O mekanlar ve meydana getirdikleri yaşama biçimleri, oradan süzülmüş kültür kendi içinde başlı başına bir dünya. Kitapta bir satır var örneğin: Günay, ahşap Osmanlı evinde sert adımlarla yürünemeyeceğini ve yüksek sesle konuşulamayacağını belirtiyor. Sadece bu iki saptama bile kültürel evrenimizin ve zihin haritamızın derinliklerine nüfuz edebilecek ne kadar çok ve önemli gerçekle yüz yüze olduğumuzu aydınlatmaya yeter.
O dokuyu yitirdik. Tek tük kalmış örneklerle nasıl başa çıkacağımızı da bilmiyoruz. İstanbul'daki en eski konut Amcazade Yalısı'nın yakın zamana kadar harap yapısıyla ilgili yazdığım yazıları anımsıyorum. Restorasyonun bile ne kadar zor olduğunu, "Karkasa çivi çakmasını bilmeyen işçi ve ustalar var" diyen Turgut Cansever dile getirmişti. O yapıların ayakta kalmaları için gereksindikleri kültür dokuları da bütün bir birikim olarak (müzik, yemek, görsellik) yok olup gitti. Geriye sadece ayakta duran yapıların 'tarihselliği' kaldı. Oysa kitapta yer alan, Kandilli'de bir sırttan çekilmiş, kıyıdaki yalıları, denizle ilişkilerini gösteren veya Zeyrek'teki sokak görüntüleri bile yitirdiğimizin çapını, düzeyini açıklıkla ve iç acıtarak ortaya koyuyor.
Bundan sonrası kültür tarihçilerinin işidir. Bazı şeyler yapılabilir. Mesela Günay'ın 30-40 yıl öncesinden görüntülediği yapıların hangisi ayaktadır, onlar irdelenebilir. Belli zaman kesitine ait bütün yapılar benzeri şekilde belgelenebilir. Nihayet, az önce değindiğim gibi, Bizans yapılarıyla Osmanlı yapıları ilişkisi envanterlere bağlanabilir. Biliyoruz ki, mevcut yapı stoku da 30 sene sonra yok olacaktır.
Reha Günay'ı ve bu kitabı yayınlayan, yayınlanmasına destek olan kurumları kutluyoruz. Kitabı okuduktan sonra Proust'un romanının adı, Yitik Zamanın Ardında, yaşadığımız macerayı yeterince yansıtıyor diye düşündüm. Ama ebedi çelişki orada da önümü kesti: zaman mekanla kayıtlıdır. Dolayısıyla Günay'ın somutlaştırdığı serüvenimizin tanımı, o yitik mekanın ardında. Mekan yitince zaman da yitiyor...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA