Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Ağlamak, hem de nasıl güzeldir!..

Borusan Filarmoni'yi Ali Poyrazoğlu'nun yöneteceğini öğrenince, gözümün önüne gençlik yıllarım geldi. Danny Kaye, önce Los Angeles Senfoni, sonra New York Filarmoni'yi yönetmişti..
Zubin Mehta'nın iki orkestrasını.. Hikmet Şimşek, nur içinde yatsın.. O zamanın TRT'sinde her pazar öğlenleri, tüm aile ekran başında iken, açıklamalı programlar yapardı. Klasik müziğin yayılması ve sevilmesinde o programlar öyle önemli roller oynamıştır ki.. Hey gidi TRT hey!..
Nerden, nereye?..
Danny Kaye "Bir gorile bile 1-2-3-4, 1-2-3-4 temposunu vurmayı öğretebilirsiniz.
Tıpkı bir gorile tavayı ateşin üzerinde sallamayı öğrettiğiniz gibi. Ama gorile 'Lezzeti öğretemezsiniz.
Oysa lezzettir, pişirmenin esası"
demiş ve Zubin Mehta ile provalarını anlatmıştı. "Bir provaya kahve arası verince, Zubin yanıma geldi. 'Ne zaman komik olacak' diye sordu. 'Merak etme Zubin, çok komik olacak' dedim. O provalarda sadece işin ciddi tarafına odaklanıyordu.
Birlikte öldüresiye çalışıyorduk.
Orkestra kısa zamanda, benim sadece sopa sallamayacağımı, kendilerinin bildikleri gibi çalmayacaklarını öğrendi.
Filarmoni, benim istediğim gibi çalacaktı.."
Danny Kaye, ne kadar büyük sanatçıysa, Ali Poyrazoğlu da, en az o kadar büyüktü.
Biliyordum.
Danny ne kadar büyük komedyense, Ali, belki daha da büyüktü.
Öyle aşağılık komplekslerim, bizden olanı küçümseme adetlerim yoktur.
Günlerce Ali'nin orkestrayı nasıl yöneteceğini, bizi nasıl güldüreceğini düşünürken, kendimi çocukluğumda buldum.
Konseri iple çekiyordum resmen, çocuklar gibi..
Borsa'da enfes bir akşam yemeğinden sonra, hemen üst kattaki Lütfi Kırdar'a asansörle çıktık. Koltuklarımıza yerleştik.
Borusan Filarmoni alkışlar arasında yerini aldı. Ve daha büyük alkışlarla, bu orkestrayı kuran, şimdi Onursal Şefi, uluslararası gururumuz Gürer Aykal sahneye girdi.
Sopasını kaldırdı..
Melodisini hemen herkesin bildiği İspanyol Rapsodisi'nin (Emmanuel Chabrier) fıkır fıkır notaları salonu doldurdu. Sonra bir Çaykovski.. Naz Altınel'in solosu ile Hoffmeister'in Viyola Konçertosu.. Ravel'den gene enfes bir Kaz Ana..
Sonra Gürer Şefim, orkestranın arasındaki bir boş koltuğa oturdu ve sahneye, kenardan elinde bir minik pervaneli uçak modeli, boynunda uzun bir sarı şalla Ali Poyrazoğlu girdi..
Günlerden beri beklediğim "Doyasıya gülme" anları başlıyordu işte..
Nerden bilirdim ki, Ali bana hayatımın en büyük sürprizlerinden birini yapacak?. Nerden bilirim ki, Ali, orkestrayı yönetir gibi yapmayacak, o müthiş müzisyenleri arkasına alarak, kendi yazdığı muhteşem bir tek kişilik oyunu sergileyecek..
Bu nasıl bir kalem, bu nasıl bir oyunculuk, bu nasıl bir yorumdur, inanın anlatmaya kalemim yetmez.. Dünyanın en zor işidir zaten, güzellikleri nakletmek..
Yaşadıklarınızı yaşatamazsanız, ziyan edersiniz okurun vaktini.. İnanın kendimi yazmakta böylesine aciz hissettiğim çok az oldu..
Öylesi güzellikler, öylesi bir duygu seli, öylesine bir çağlayan doldurdu ki salonu..
Ali, Küçük Prens'i anlattı..
Hayatımın en önemli kitabıdır..
40 yıldır yatak odamda, yatağımın baş ucundaki komodinin üzerinde durur. Uykum kaçtı mı, fal gibi rastgele bir sayfasını açar okurum. Kitap eskiyip okunmayacak kadar yıpranınca, yenisini koyarım. Çok ama çok önemlidir, Küçük Prens..
Milli Eğitim Bakanı olsam, tüm okullara zorunlu ders kitabı yaparım.
Yasa koyucu olsam, Milletvekili seçilme şartlarının en tepesine oturturum.. 550'si de Küçük Prens'i okumuş bir Meclis, bu ülkeyi nerelere götürürdü bilir misiniz?.
Küçük Prens'i yazan Antoine de Saint- Exupery, uçak meraklısıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir keşif uçağını kullanırken Almanlar tarafından düşürüldü.
Yıllarca izi bulunmadı. 2 binli yıllarda nihayet, balıkçılar, uçağın kalıntılarına rastladılar..
Ali, o sarı şalı, keşif uçağı yaptı, gözlerimizin önünde ve o son uçuşu anlattı..
12 yaşındayken ölen en küçük kardeşi, ailenin Küçük Prensi François'ya ithafen kaleme aldığı o harikulade kitabı anlattı..
Küçük Prens'e paralel, Saint- Exupery'yi, Saint-
Exupery'ye paralel Küçük Prens'i anlattı.
Anlatırken, birer birer, Şoştakoviç'in düzenlediği geleneksel Rus valsinden başladı, sunmaya ve çaldırmaya..
Rus valsi, onun çocukluğunun, Küçük Prensin simgesiydi..
Sonra dünyayı gezdi uçağıyla..
Arjantin'de tangolar (Piazzola/ Libertango) dinledi. Uçsuz bucaksız çöllerden, göllere, Kuğu'ya geldi. (Camille Saint-
Saens/ Hayvanlar Karnavalı) Orada Şafak Erişkin'in harikulade çellosuyla bu defa kuğu gibi uçtuk, göklere..
Saint- Exupery'nin uçağı bulutlar arasında, Almanlar peşindeyken, bir Granados'la eşlik etti orkestra.. Sonra..
Küçük Prens'in Tilki'si geldi sahneye.. Küçük Prens'in arkadaşlık etmek istediği Tilki ona "Arkadaşlık edebilmemiz için birbirimize bağlanmamız lazım, Küçük Prens" demişti. "Sen benim için milyonla insandan biri, ben senin için binlerce tilkiden biri olmaktan çıkmalıyım. Birbirimizi özlemeliyiz.
Sevmeliyiz.. Sevmek, birbirine, birbirinin gözlerine bakmak değildir. Sevmek birlikte ayni noktaya bakmaktır" demişti.
Mezzo Soprano Ceren Şahin Tilki'nin aryasını okudu, Rachel Portman'ın operasından ve o sırada Almanlar, Saint- Exupery'nin uçağını vurdular..
Uçak düşerken, içindeki yapayalnız yazarla düşerken Ali "Dostluklar giderek azalıyor dünyamızda" dedi.. "Dostlar da giderek azalıyor. Son dostlarınıza çok sıkı sarılın.. Bir gün yapayalnız kaldığınızda, sizi hiç terk etmeyecek dostunuza çocukluğunuza dönün" dedi..
Gözlerim nasıl doldu anlatamam..
Orkestra, yazarın çocukluğunun simgesi Rus valsini çalarken, iki yandan Borusan Çocuk Korosu girmez mi sahneye..
Valsin melodisini tekrar eden onlarca Küçük Prens dizilmez mi karşıma.. Avcumu yumruk yaptım, tırnaklarımı içine gömdüm, ağlamamak için, son bir gayretle..
Vals bitti.. Ali, Küçük Prens'in gülünü aldı eline..
Gürer Şefim, kenardan gelen kır çiçekleri buketini.. Koşarak sahneden indiler.. Çiçekleri orada oturan birisine uzattılar, elini öperek.. Uzandım, bakmaya..
Yıldız Kenter'di..
Beni hiç terk etmeyen dostuma, çocukluğuma döndüm işte o an.. Antakya'dan Ankara'ya tayin olmuş binbaşı Fuat'ın ortanca oğlu, ortaokul öğrencisi Hıncal'a döndüm..
Devlet Tiyatrosu'nun kurulduğu Küçük Tiyatro'ya döndüm..
Abdülhak Hamit Tarhan'ın Finten'i oynuyordu. Sahnede, o tiyatronun en genç, en yeni oyuncularından bir genç kız, gencecik Yıldız Kenter, o harikulade tiradı, hala kulaklarımdan eksilmeyen haykırışı ile yaşıyordu..
"Ben Finten'i isterim!.."
Orda film koptu işte.. Orda kontrol elimden, gücümden çıktı..
Orda boşandım işte..
Ağlamanın güzel, hem de nasıl güzel olduğunun bir kere daha farkına vararak ağladım.. Ağladım!.

YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA